31 Aralık 2017 Pazar

Gazel-i Hafız Tercemesi


ŞİİR:ABDULMALİK HİLMİ

ŞERHEDEN  (AÇIKLAYAN): NEJDETŞAHİN

                                     Gazel-i Hafız Tercemesi
    Aslı Farsça olan Hafız Hz.nin bu ilâhisinin Malik Efendi tarafından Türkçeleştirilmesidir.
                             Haberdar ol eya saki bize sun ol mey-i bâkî
                             Kolay evvel göründü aşk çoğaldı meşgulüm kati
      Eya; ey hitabı, Saki; içki, şarap dağıtan, mey-i baki; sonsuzluk, ebediyet içkisi, kati; kesinlikle, anlamındadır. Ki kâmil olan bir mürşid, ebediyet sonsuzluk içkisinin mazharı olup talip ve âşıklara kâmil o içkiden sunar da âşıklar o içki sarhoşluğuyla, İlâh-i sevgiliye kavuşup sevgiliyle beka bulurlar. Bu itibarla, ey saki, ey halkı irşad edip mürşidlik yapan kişi, eğer sen gerçek kâmil bir mürşid isen, bize mey-i baki olan sonsuzluk içkisinden sunup ikram et, buyruluyor. Ve devamla, önceleri, yani ilâh-i aşka mensub olmadan evvelki kulluğum kolaydı. Hak aşkına mazhar olmakla ilâh-i sevgiliyi müşahade edip ona kavuşma derdi meşguliyetim kati (kesinlikle) artıp çoğaldı, deniliyor.  
      Çünkü Hak aşığı olmayan bir kimse, müşahade edip vasıl olmak için ilâhi sevgiliyi aramadığından, böylesinin kulluğu bu açıdan kolay olur. Fakat Hak aşkına mazhar olan bir âşık, daima sevgiliden bahsedilip İlâh-i sevgili sohbeti yapılmasını ister. Ve sevgiliden bahsedilmesi arzusuyla, daima ilâh-i sevgilinin sohbet ve muhabbetinin yapıldığı meclisleri aramakla meşgul olur, vesselam.     
                             Hem ol nal'e kuzehden ki bu gelmiş zülf’i müşkinden
                             Saba ol turra açtı dolu kan aşkdan gönlü
      Müşkin: mis kokulu, nale: inilti, kuzeh: renk renk, çizgiler, zülüf: sevgilinin yüzünde görünen saçı, sabâ: hoş bir rüzgâr, turra: alın saçı, kıvırcık saç lülesi, kân: bir şeyin kaynağı, bir niteliğin bol bol bulunduğu kimse, demektir.
     Buna göre, ilâh-i aşk ve derd ile meşgul olup inlememin sebebi, sevgilinin yüzünde görünen saçlarının renginden gelen mis kokulardır. Ve hoş bir rüzgâr, aşkın kaynağı olan ilâh-i sevgilinin alın saçından o güzel kokuları gönlüme getirdi, buyruluyor.      




                             Seccaden hamriyle boyat sana derse mennân piri
                             Ki salik bihaber değildir bu menzil resmiyle râhi
       Seccade; üzerinde namaz kılınan, secde edilen halı vb. secde mahalli, Hamr: şarap, Mennan piri: Allahın bol bol ihsanına mazhar olan ulu, kâmil insan, bihaber: habersiz, menzil: varılan yer, resm: resim, rah: yol anlamındadır.
      Bu itibarla mennan piri, zamanın kâmil müşidi olup kâmil, Allahın ihsan ve bağışına mazhar olan şahsı muhteremdir. Ki bunu ifadeyle kuranda; “Orada kullarımızdan öyle bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, lütfumuzdan ilm-i ledün öğretmiştik.” (Kehf- 65) buyrulur. Ki bu ayetteki yüce Allah’ın katından rahmet vererek lütfederek ilm-i ledün öğrettiği kul’un,” her zaman sağ ve mevcut olan Hızır (as.) olduğu rivayet olunur. Ki Hızır, ilm-i ledün (ilm-i tevhidi hakiki) mazharı olan zamanın Kâmil mürşid’dir. Hızır’ın her zaman sağ ve mevcut olması ise, velayet irşadçısı olan kâmil mürşid’in kıyamete kadar yeryüzünde, tüm zamanlarda ve günümüzde irşadı ile insanlığı aydınlatıcı olmasıdır.
     Pir seyyid Muhammed nur Hz; “Mürşidi kâmil bir kadeh içirdiğinde salik fiilini (işini) fena / yok eder. İkinci kadehi içirdiğinde görüp işitmesini (sıfatlarını) fena / yok eder. Üçüncü kadehi içirdiğinde ise vücudunu fena / yok eder” buyurmuşlardır. Bu itibarla, Hakk’ın ihsanı lütfuna mazhar mennan piri olan zamanın mürşidi kâmilinin salike tevhidi efal, tevhidi sıfat ve tevhidi zat makamlarını telkin etmesi, salike hamr yani ilâh-i aşk şarabını sunup içirmesidir. Ki ilâh-i aşk şarabını kâmilden içmesiyle salik, kendinin zannettiği nisbet varlığını yok / fena ederek, Hak aşığı olur. Ve Hak âşığı, kendi yokluğunda tecelli edip görünen ilâh-i sevgilinin güzelliğini müşahade ederek, ilâh-i sevgiliye kavuşur. İşte, saki olan Mennan piri kâmilin içirdiği aşk şarabının tesiriyle yokluğa erişip, yokluğunda tecelli eden sevgilinin güzelliğini müşahade ve sevgiliye kavuşmaktan hâsıl olan ilâh-i zevkler, hep aşk şarabının sarhoşluğudur.
       Seccade; Namaz kılınan ve genellikle halı kilim vb. gibi olup secde edilen yer veya mahâldir. “Namaz müminin miracıdır” Hadisi şerifi hikmetince namaz; hakikatı yönüyle kulun yokluğunda rabbine kavuştuğu miraçtır. Ve namazın secdesi, yokluğun zirveye ulaştığı kulluğu ifade ettiği için kuranda, “…secde et ve yaklaş” (Alak- 19) buyrulduğu gibi, hadisi şerifte “Kulun Allaha en yakın olduğu an secde anıdır” beyan olunur. Ki secdenin remzettiği bu yakınlığa ilâh-i aşk şarabının sarhoşluğuyla erişilir.     
Bu itibarla, zamanın mürşidi kâmilıne intisab eden her salike evvela, fenafillâh (Allahta yok olmak) ve resulullahın (s.a.v) ahlakı ile ahlaklanmak hedefi ve meslek-i resul âli prensipleri telkin edilip. Sonra salikin bu hedefe nasıl ulaşacağının irşadı yapıldığı için, kâmil mürşidin irşadına mazhar olan bir salikin, kâmilin içirdiği aşk şarabı sarhoşluğuyla kulluğun fenaya / yokluğa ulaşmasından, bihaber (habersiz) olması mümkün değildir.     
    Bunu beyanla: Seccaden hamriyle boyat sana derse mennân piri. Ki salik bihaber değildir bu menzil resmiyle râhi buyrulması, mennan piri olan kâmilin irşadıyla seccadeyi hamr’a yani ilâh-i aşk şarabına boyayarak, ilâh-i aşk sarhoşluğuyla kulluğunu yokluğa / fenaya eriştirmek olduğu için. Zamanın mennan piri olan kâmiline intisab ederek, mesleki resul seyri sülukuna mazhar olan salikler, seccadenin aşk şarabıyla boyanmasından bi haber, yani hebersiz olmazlar, demektir.          
                             Sana mahbub konağından ne emniyet geçirmeğin
                             Ki canın feryad ider daim tutunuz yükleri bağlı
       Mahbub konağı: Sevgilinin evi, mekânıdır. Ve sevgili / mahbub güzelliklerini konağında açıp gösterir. Ki ilâh-i sevgili olan cenab-ı Hak, cümle âlemlerde ve her varlıkta mevcut olmasına rağmen, cemalini, yani güzelliklerini âşıklar meydanı olan kâmilin meclisinde ve aşığın gönlünde gösterir. Bu itibarla, sevgilinin konağı, âşıklardan ehlullahtan oluşan kâmilin meclisidir. Ve o meclisten hâsıl olan sohbetlerde, ilâh-i sevgilinin makamlarından ve türlü tecellilerinden bahsedilir. Bu yüzden her âşık, kâmilin meclisinden onu alıkoyan engelleri, yükleri meşruiyet çerçevesinde kaldırırarak, her fırsatta ilâh-i sevgilinin güzelliklerinin sergilendiği Hak âşıklarını ve âşıklar meclisini arar. Çünkü aşığı ayakta tutup ona can olup can veren, ilâh-i sevgilinin aşkıdır.
      Bu itibarla, bir kimse ben Hak aşığıyım dediği halde, mazereti olmaksızın âşıklardan ve ehlullahtan oluşan kâmilin meclisine gitmiyorsa, o kimse Hak aşkına mazhar olmamış demektir. Çünkü kâmilin meclisi, Hak âşıklarının sevgiliden bahsederek, bülbül gibi şakıyıp figân ettikleri aşk meydanıdır. Ve her Hak aşığı, aşk meydanı olan kâmilin meclisinin tutkunu, bağımlısıdır.
     Bunu beyanla ehl-i kemalden şöyle bir hikâye rivayet olunur: ‘Kuluçkaya yatan bir tavuğun altındaki yumurtalarının içine bir tane de ördek yumurtası konulmuş. Günü gelipte civcivler doğduğunda, tavuk yavrularını gezdirir. Fakat gezinirken bir su kenarına geldiklerinde ördek yumurtasından doğan civ civ hemen suya dalıp yüzmeye başlar. Bunu gören anne tavuk yavrusunun boğulacağı endişesiyle telaş ederek derhal o sudan çıkması için uğraşır. Oysa ördek yavrusu fıtratı (doğuşu) gereği suya girince rahat ve mutlu olur.’
        İşte bu hikâyede anlatıldığı gibi bir âşık, bulduğu her meşru fırsatta ilâh-i sevgilinin güzelliklerini açığa çıkardığı ehlullah ile sohbet etmek için kâmilin meclisine giderken, onun meclise dâhil olmasını engelleyen tüm yükleri, engelleri kaldırır. Çünkü Hak aşığı Kâmilin meclisinde rahat eder, o mecliste zahir olup açığa çıkan ilâh-i sevgilinin cemalinden güzelliğinden mest u sekran olur. Fakat ilâh-i aşktan ve Hak aşığının ahvalinden habersiz olan gafil ve cahil olan ehli nefs, âşığın ehlullah ve Hak âşıklarını aramasını, her fırsatta kâmilin meclisine dâhil olmasını, parasını pulunu varını yoğunu harcıyor, sapkınlık, şaşkınlık, mecnunluk vb. şekilde değerlendirirler. Ki bu değerlendirmeler, aynı anne tavuğun, ördek yavrusunun suda boğulacağını zannetmesi gibi gaflet ve cehalet yüklü anlayışla yapılan değerlendirmelerdir.
      Bunu beyanla: Bana mahbub konağından ne emniyet geçirmeğin. Ki cahil feryad ider daim tutunuz yükleri bağlı buyruluyor. Ki ehli nefs olan cahil ve gafillerin; ilâh-i aşk veya tevhidin hakikatı gibi dinin derinliğiyle uğraşmak iyi olmaz, tut orucunu kıl namazını bak işine, o zaman sapıtmaz şaşırmaz emniyette güvende olursun, anlayışıyla yaptığı kulluk gibi bir kullukla ben, emin kâmil bir insan olamam. Ben, sevgilinin güzelliklerini zahir ettiği konağından, yani kâmilin meclisinden beni alıkoyan engel ve yükleri kaldırır atarım da, ilâh-i sevgilinin güzelliklerini sunduğu sevgilinin konağına girerim. Ben sevgilinin konağından zahir olan güzelliklerine kayıtsız kalmam. Demektir.    
                             Karanlık gece korkudan deniz girdabı mevcinden
                             Bizim halimizi ne anlar sahilin bahri
       Girdap: suların dönerek akmasından oluşan tehlike, mevc: dalga, bahir: deniz anamındadır. Pir seyyid Muhammed nur Hz: “Kuran şeriat, tarikat, hakikat, marifet olan dört ilim ve yedi makam üzere inzâl olmuştur.” Diyor ki İslâm dini, kuran kaynaklı şeriat, tarikat, hakikat ve marifet ilimleri ile bir bütündür. Ve kuran kaynaklı bu ilimlerin tahsili ile ancak bir insan yaratılışının yüce gayesine, insanı kâmil makamına ulaşır. Bu ilimlerden sadece şeriata tabi olarak yapılan kulluk, insanı yaratılışının yüce gayesine eriştirmeyen eksik bir kulluktur. Şeriatı olmadan, tarikat veya hakikat marifet ehli olduğunu iddia etmek ise zındıklıktır.
      Bu itibarla, bu dört ilimden olan şeriat, dinin zahir dış yüzüdür. Ve kulluğun ibadetlerin şekil olarak nasıl yapılacağını ve insanlar arasındaki münasebetleri düzenler. Dinin batın yüzü olan tarikat, hakikat ve marifet ilimleri ise, zamanın mürşidi kâmilinden tahsil edilir. Dinin batını, insanın yaratılışının yüce amacına erişmesini, bu imtihan âleminde kendinde ve cümle âlemde mevcut olan rabbine vasıl olmasını sağlar. Ve bu ilimlerin tahsili ile bir insan, ilâh-i aşka ilâh-i derde mazhar olup ilâh-i sevgiliye kavuşur. Ki bu da, dinin hem zahirine hemde batınına mazhar olan kullukla mümkündür.
      Bunu beyanla: Karanlık gece korkudan deniz girdabı mevcinden bizim halimizi ne anlar sahilin bahri, buyruluyor. Yani gecenin karanlığında, dalgalarla ve girdabla uğraşarak denizde yolculuk yapanın hâlini, sahilde yani karada yolculuk yapan bir yolcunun anlayamaması gibi. Vahdet-i ilâhi gecesinde ve ilâh-i aşk denizinde yüzen Hak aşığının halini, dinin şeriat sahilinde kalıp, kulluğu sadece dinin zahiri / dışı ile meşgul ve kayıtlı, kendinde ve cümle âlemde mevcut olan Allahın vahdetinden gafil olup, ilâh-i aşk bahrine giremeyenler ne anlar bizim halimizden, demektir.
                             Muradımca olan işler rezalet çıktı hep sonu
                             Kaçar gizli kalır ol sır ki mecmularda söylendi
        Muradımca olan işler demek, insanın kendine nisbetle ve nefsinin istekleri doğrultusında cehaletle yaptığı faaliyetleridir. Pir seyyid Muhammed nur Hz. “iblisin hem anası hemde babası cin kavminden olan can’dır. Can hem erkekliği hemde dişiliği olan bir yaratık olduğundan, kendi erkekliğiyle kendi dişiliğinin tenasülünden hamile kalıp, iblisi doğurmuştur.” Diyor. Bu itibarla, bu yeryüzü olan imtihan âleminde bir insanın kendi muradınca, yani nefsinin istekleri yönünde kendi kendine ürettiği değerlerle kulluk yapması, insanın zararına olup o insanın rezilliğidir. Ve bu tür faaliyetlerden şeytanlık iblislik doğar.
       Çünkü insan, kendi için neyin hayır neyin zarar olacağını aciz kalıp bilemediğinden, kendi kendine muradınca olan kulluk faaliyetleri insanı rezil edip, şeytanla arkadaş eder. Kuranı kerimde“İnsanlara kılavuz olan, iyi kötü ayrımıyla hidayetten kanıtlar getiren Kuran, onda indirilmiştir…” (Bakara- 185) “Biz Kur’an’da mü’minler için şifa ve rahmet olan ayetler indiriyoruz…” (İsra- 82) beyanlarından açıkça anlaşıldığı gibi, insanın kendi hakkında ne yaparsa iyi olacağını ne yaparsa kötü olacağını, insan için neyin doğru ve hayrına olduğunu bildiren kuran, insanlara hidayet yolunu göstererek insanlığın doğru yolu bularak hidayete ulaşmaları için, müminlere ise şifa ve rahmet olarak indirilmiştir.
      Hz.resulullah efendimiz, “Kuranla insan ikiz kardeştir” buyurmuşlardır ki, potansiyel olarak her insan kuranın kardeşidir. Ve kuran kardeşliği ancak insanı kâmilde faal ve aktif olur. Kâmilin bu âlemde diğer insanlardan sureta şekil olarak zahiri bir farklılığı olmadığı için, kâmil sırdır gizlidir, Fakat samimiyet ve sadakatla arandığında muhakkak kâmilin irşadına erişilir. Gelmiş geçmiş ehlullahın hepsi zamanın mürşidi kâmiline varıp, onun irşadıyla aydınlanmayı insanlığa söyledikleri gibi, eserlerinde de yazmışlardır. Mürşidin gerekliliği hakkında Kur’an’da şöyle buyrulur; “Musa genç arkadaşına dedi ki: İki denizin birleştiği yere kadar hiç durmadan dinlenmeden yürüyeceğim yahut seneler ve seneler harcayacağım.” (Kehf-60) “Orada kullarımızdan öyle bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, lütfumuzdan ilm-i ledün öğretmiştik. Musa ona dedi ki; sana öğretilen ilmi / rüştü / kemalatı bana da öğretmen şartıyla sana tabi olayım mı?” (Kehf- 65, 66) Bu ayet beyanlarında yüce Allah’ın, katından rahmet vererek ilm-i ledün lütfettiği kul’un” her zaman sağ ve mevcut olan Hızır (as.) olduğu rivayet olunur. Ki Hızırın, ilm-i ledün (ilm-i tevhidi hakiki) mazharı zamanın Kâmil mürşidi olup, Hızır’ın her zaman sağ ve mevcut oluşu, kâmil mürşid’in tüm zamanlarda günümüzde ve kıyamete kadar yeryüzünde varolup irşadıyla insanlığı aydınlattığının izahı, evvelki beyitlerin açıklamasında ifade edildi. 
     Ki ayetteki hiç durmadan dinlenmeden yürüyeceğim yahut seneler ve seneler harcayacağım.” diyen Hz.Musa’nın, Hızır’a gidişindeki azim ve kararlılığı, cümle ehl-i kemâl’in ve ehl-i irfanın mürşidi kâmil’i arayıp bulmasına daima örnek olmuştur. Bunu ifadeyle pir seyyid Muhammed nur Hz.nin halifelerinden olan Hasan Fehmi (tezdoğan) Hz;
       Ki ilmin kemâle ermek istersen
       Musa ol Yuşa’yla sen Hızr’a kavuş
Deldir kayığı hem katlet gulamı
Harabede kenzin setrine çalış
       Enbiyâ rumuzun bilmek istersen
       Bir kâmil mürşidin eline yapış…  Diyor.
Yunus emre Hz.nin bu konuda başka birçok beyanı olmasıyla beraber:                                                                    
Müftüler kadılar geldiler
Cümle kitapları kodular
Sen bu ilmi nerden aldın dediler
Bir mürşidi kâmil’e varmadan olmaz… Diyor.
Niyazi Mısri Hz.nin de başka birçok beyanları olmasıyla beraber:                                                       
Mürşid gerektir bildire hakkı sana hakkel yakın
Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş... Buyurur.
        Gerek deyişlerinden örnek verdiğimiz Yunus emre, gerekse Niyazi mısr-i, gerekse Hasan Fehmi ve burada isimlerini zikredemediğimiz ehl-i kemal’in eserleri incelendiğinde, cümlesinin bu ayetler ışığında kendi kendilerine değil, arayıp buldukları mürşid-i kâmil’den irşad olduklarını açıkça görürüz.
        Bunu ifadeyle Muradımca olan işler rezalet çıktı hep sonu Haçan gizli kalır ol sır ki mecmularda söylendi buyruluyor. Yani kendi heva ve isteklerimle olan kulluğumdan rezillik iblislik çıkacağını bilidiğimden. Mecmualarda, yani gelmiş geçmiş cümle ehli kemalin eserlerinde yazmalarında bahsettikleri, “kuran ikizi” zamanın mürşidi kâmili bana nasıl sır gizli kalabilir, ben onu bulmakta azimliyim, kararlıyım, demektir.     



                             Kaçar buluşmak istersen güzel hafızla ey Hilmi
                             Cihanı külli terk eyle sivayı sil süpür gayrı

         Hafız Hz.nin Farsça olan bu meşhur gazelini, Türkçe şiirle zenginleştiren Malik ef. Hilmi lakabıyla: Eğer Hafızın suretinde zahir olup insanlığı aydınlatan marifet ve kemalat ile buluşmak istersen, nefsin hevası olan cihana meyletmeyi bırak, fenafillâh ve bekabillâh makamlarının müşahadesiyle gayrıyeti ve ikilik olan sivayı da terk ederek, sil süpür diyor. Allahu âlem.  

Hiç yorum yok: